6 Aralık 2008 Cumartesi

ünlü psikopatlar - 3: İkinci Basil, Bizans İmparatoru


İkinci Basil 976 - 1025 arası Bizans tahtının sahibiydi. Uzun yıllar tahtta kalması devleti için faydalı oldu; Bizans İmparatorluğunu yüzyıllardır olmadığı kadar güçlendiren son zamanlarının şanlı bir hükümdarı olarak bilinmiştir.

Basil, ömrünü imparatorluğunun tüm sınırlarında savaşarak geçirmiş korkusuz ve başarılı bir askerdi. yöneticiliği ve askeri dehasıyla hak ettiği tüm saygınlığa karşın, bulgarlara karşı yürüttüğü bir seferde yenerek esir ettiği düşmanlarını son derece yaratıcı bir şekilde cezalandırmasıyla tarihteki psikopatlar arasında kendine haklı bir yer edindi.

Bulgarların (isimlerini bir Türk kavminden almış, bu kavmin Slavlarla karışmasından oluşan bir millettir) Doğu Roma İmparatorluğu'nun bir eyaletini iskan etmeleriyle bizans - bulgar çatışması başlamıştır. bizans, kaybettiği toprakları (ve bulgarları) hakimiyeti altına almak, bulgarlar da bizansa doğru genişlemek için büyük çaba göstermişlerdir.

Bulgar Krallığı diye bir devletin varlığını içine sindiremeyen Basil, Bulgaristan'ı ortadan kaldırmayı küçük yaşta en büyük hedeflerinden birisi yapmıştı. bu amaçla 986 yılında genç bir yaştayken çıktığı seferde Kralları Samuel yönetimindeki Bulgar orduları tarafından ordusu imha edildi, canını zor kurtardı. Samuel'le ödeşmesi için neredeyse 30 yıl geçmesini beklemesi gerekti.

1014 yılında güçlü bir orduyla Bulgaristan seferine çıktı. Diğer komşularıyla mücadele etmekten bitap düşmüş Bulgar Kralı, bu denli güçlü bir orduyla meydan savaşı yapmak istemiyordu. bunun yerine avantajlı noktalarda savunma yaparak Basil'i durdurmayı deneyecekti. Bizans ordusunun kendisine ulaşmak için dağlık arazide ilerlemesi gerekiyordu. Samuel Bizanslıların ilerleyebileceği geçitlerdeki savunma noktalarını tahkim etti. özellikle daha önceki yıllarda Bizanslıların sıklıkla kullandığı Kleidion Geçiti'ndeki istihkamı kuvvetlendirdi ve burayı yirmi bin askerle donattı. gerçekten de bizans ordusu güneyden bu rotayı izleyerek geldi ve savunma nedeniyle ilerleyişini durdurmak zorunda kaldı. Basil bu engeli aşmayı bir kaç kere denediyse de birlikleri ağır zaiyat vererek çekilmek zorunda kaldı. fakat Basil sonuç almadan dönmeyecekti. yetenekli komutanı Xiphias'ı Belasitsa dağının etrafından dolaşması ve istihkama arkadan saldırması için birliklerinin bir kısmıyla yolladı. bu arada kendisi bulgarları harekatı fark etmelerini engellemek için oyaladı.

Bizans generali Bulgarlarca tespit edilmeden istihkamın arkasına geçmeyi başardı. Bulgarlara beklemedikleri bu cepheden saldırarak savunma düzenlerini bozdu. bu arada fırsatı değerlendiren Basil ordusuyla duvarı aşarak Bulgarları çevreledi ve tüm ümitlerini yok etti. Duvarın aşıldığını öğrenen Samuel ordugahından birliklerinin yardımına koşmaya çalıştıysa da, ilerleyen Bizans birliklerince az kalsın yakalanacaktı. oğlu Gabriel Radomir'in kahramanlığıyla kendini zor kurtarabildi. öte yandan oğlu ilerleyen Bizans birliklerinin başındaki General Botaniates'i bir çatışmada öldürdü.

Bulgarları iki yönden kıstıran Basil, yaklaşık 15 bin Bulgar askerini esir almıştı. bu esirlerin talihi pek karaydı ki bir Bizans generali öldürülmüştü. kin ve üzüntüyle verdiği cezayla bulgarları hem cezalandırmak, hem de gelecek için ibret almalarını istemiş olsa gerek. Basil emretti ve esirler yüzer kişilik gruplara ayrıldılar. akabinde her yüz kişinin doksan dokuzunun iki gözünü, kalan bir kişinin tek gözünü kör ettirdi. bütün esirleri daha sonra evlerine dönmeleri için serbest bıraktı. tek gözlüleri körlere rehberlik etmeleri için tamamen kör etmemişti! Samuel'in askerlerini bu halde görünce kalp krizinden öldüğü söylenir. bu savaş, birinci Bulgar Krallığı'nın yok edilmesiyle sonuçlanacak bir dönemin başlangıcı olarak kabul edilmiştir.


30 Kasım 2008 Pazar

ÜNLÜ PSİKOPATLAR -2-

Mu'tazıd....psikopat...sadist...üstelik halife...
Mesudi'nin yalancısıyız. Burada ne anlatacaksak ondan öğrendik. Halife mu'tazıd işkence yapmayı seven, işkenceyi yaptığı kişileri ölünceye kadar izleyen birisiymiş. Yine Mesudi'ye göre celladı Necah el-Hürremi adında biriydi ve özel bir işkencehanesi vardı.
Bir kumandanına kızdığı zaman ona bir çukur açtırıp adamı başaşağı çukura sokup çukuru toprakla doldururmuş.Hatta bununla da yetinmeyip adamın yarım bedeninin üstüne çıkarak adamın canı çıkıncaya kadar toprağı çiğnermiş.
Rivayete göre işkence edeceği adamın ellerini arkasından bağlatırmış. Sonra eline aldığı pamuklarla adamcağızın burnunu, kulaklarını ve ağzını tıkarmış. Daha sonra adamın poposundan bir körük sokturarak hava pompalatırmış. Bu işlem adamın karnı şişene kadar devam edermiş. Sonra adamın popo deliğini de pamukla tıkarmış. En sonunda adamcağızın kaşları arasında kalın damarları keserek havanın çıkmasını sağlarmış. Gerçekten yaratıcı ve deneysel, değil mi?
Yine rivayete göre kendisine suikast hazırlığındaki bir gruptan Şeyleme namlı kişinin bizzat sorgusunu yapmıştır. Ona kimin adına çalıştığını sorduğunda Şeyleme " beni ateşte kızartsan bile daha fazlasını duyamazsın."demiş. Bunun üzerine Mu'tazıd "madem öyle istiyorsun, peki" demiş. Sonra da uzun bir demir çubuk getirttirerek adamın poposundan sokup ağzından çıkarttırmış. Kızartılmaya hazır hale gelen Şeyleme büyük acılar çekerek yavaş yavaş kızartılmış. Anlatıldığına göre bu sırada Mu'tazıd ağza alınmayacak küfürler savurmuş ve işlem bitene kadar izlemiş.

ÜNLÜ PSİKOPATLAR -1-

Alaeddin Hüseyin Cihansuz...Dünyayı yakan adam...
İran'ın doğususu o sıralarda yol geçen hanı gibidir. Merkezi otoritenin kurulamaması ya da kuranların kısa ömürlü olması pek çok öykünün bu topraklarda doğmasına yol açmıştır. Bunların içinde en ünlülerinden biri Cihansuz adıyla bilinen Alaeddin Hüseyin adlı Gur Han'ının öyküsüdür. Gurlar için kaynaklarda dağlı bir kavim oldukları belirtilmektedir ( Afganistan'ın ortalarındaki Gur dağları-daha doğru tabirle Garjistan-...). Nispeten dış dünyadan yalıtılmış olan bu bölge yaşayanları tarih sahnesine kısa bir dönem ve size anlatacağımız trajedik olaylarla çıkmıştır.
Kökenleri hakkında çokça şey bilmiyoruz. Şansab adlı birinin güçlenerek hanedan kurduğu ve Ali döneminde islamiyete geçtiği belirtilmekle beraber özellikle Gazneli Mahmud'un Gur Hanlığı'nı kendisine bağımlı bir ülke haline getiridiği söylenir. Rivayete göre Mahmud Gur prensi Sur oğlu Mahmud'u yenmiştir. Gur Han'ı Azizeddin Hasan ölünce yerini yedi oğluna bırakır ( yedi yıldızlar diye anılmaktalarmış)( kimilerine göre Gur Hanlığı taht için kardeş öldürme geleneğinin olmadığı ve aile bağlarının yüksek olduğu bir hanlıktır.). Bunların içinde Seyfeddin Suri diğerlerine üstünlüğünü kanıtlar. Ancak kardeşlerinden Kutbiddin Muhammet kardeşler arasındaki bir anlaşmazlık nedeniyle yönetim bölgesi Firuz Kuh'u terkederek Gazne'ye gider. Burada Sultan'ın haremine kötü gözle baktığı suçlaması sonucunda Gazne yöneticisi Behram Şah tarafından yakalanarak öldürülür. Seyfeddin bu haber üzerine ordusunu toplar ve Gazne'ye yönelir. Bu konuda kaynaklar çok net bilgiler vermemektedir. Keza Gazne kuşatma altında iken Behramşah'ın ordusunun aniden gelmesi nedeniyle Gurluların şaşrıdığı ve bu nedenle yenilerek Seyfeddin'in esir düştüğü söylenmekle beraber Behram Şah'ın önce geri çekildiği ve kenti işgal eden Gurluların kış bastırmadan geri dönmeleri ve Gazne'de kalan birliklerle haberleşmelerinin kesilmesi üzerine kenti kuşatarak ele geçirdiği de söylenmektedir. Sonuçta Seyfeddin yakalanır. Yüzü zifte batırılır ve bir deve üzerinde sokaklarda, pazarlarda gezdirilir. En sonunda kafası kesilerek öldürülür.
Seyfeddin'in kardeşi Bahaddin kardeşinin intikamını almak üzere yola çıkar ancak hastalanarak ölür.
Öykümüzün kahramanı Cihansuz, Seyfeddin'in hayatta kalan tek kardeşi olarak başa geçer ve yarım kalan kardeşinin öcünü alma işini tamamlamaya yemin eder. Bunu yapar da...
Yabancı bir kaynağın "islamın bu güne kadar görmediği en korkunç canavarlardan biri" olarak tanımladığı Cihansuz asker, kaçak, hırlı -hırsız kimi bulursa ordusunda toplar ve Gazne üzerine yürür. Behram'ın oğlu Devlet Şah'ı üç kere yenerek Gazne'yi ele geçirir. 1150 yılıdır.
Tüm erkekler öldürülür. Tüm kadınlara tecavüz edilir. Kentteki her şey yakılır; yangın yedi gün sürmüştür ve öylesine büyüktür ki gece gündüz gibi olmuş, dumanlar ise gündüz karanlığa neden olmuştur. Bu sırada Cihansuz'un "dünyayı ateşe veririm" diyerek şarkı söylediği ve dans ettiği rivayet edilir.
Kentteki her şey yakılmakla kalmaz yıkılır da. Bütün mezarlar ( Mahmud, Mesut ve İbrahim'in mezarları haricinde ) açılarak tahrib edilir. Türlü barbarlık yapılır... Kentin bütün mollaları esir edilerek zincirlenir ve başkent Gur'a kadar yürütüldükten sonra kanları inşaat harçlarında kullanılır.
Yaptıkları ile yetinmeyen Alaeddin Hüseyin Cihansuz ordusuyla Gaznelilerin kış başkenti Bust'a saldırır. Öldürmek, tecavüz etmek, işkence etmek gibi sıradan ve yaratıcı olmayan barbarlıklar yanında kentte hiç bir canlı bırakmaz. Ancak yine de hırsı geçmez. Öyle ki kentteki ağaçları kestirir, kuyuları kapattırır. Sulama kanallarını bile kumla doldurtur.
Cihansuz adını almaya yetecek kadar barbarlık yapan Alaeddin Hüseyin daha sonra Sultan Sancar'a esir düşer ve rivayete göre yazdığı bir şiir çok beğenildiği için sultan tarafından salıverilir ( çok nüktedan birisi olduğu söylenmektedir.).

20 Ekim 2008 Pazartesi

Müseylime: "Allah'ın elçisi Müseylime'den, Allah'ın elçisi Muhammed'e"

Müseylime, İslam’ın doğduğu yıllarda yaşadı. Peygamber olduğunu öne sürdü, Allah’ın kendisini Muhammed ile ortak kıldığını iddia etti, İslam devletine savaş açtı, yenildi ve öldürüldü.

Müseylime, Arabistan’ın en büyük kabilelerinden, Yemame’de mukim Beni Hanife’dendi. Müseylime’nin hayatının dönümü Yemame’den Medine’ye İslam peygamberini ziyaret eden heyette yer almasıyla başladı. Medine’de Muhammed ile görüşerek İslam’ı seçen heyet, görevini tamamlamış olarak Yemame’ye geri döndü. Heyettekiler Beni Hanife kabilesini İslam’ı seçmeleri yönünde ikna etmeye başardılar.

Müseylime, Medine ziyaretinden bir kaç ay sonra kendisinin de bir peygamber olduğunu ilan etti. Müseylime başarılı, etkileyici bir hatipti. Aynı zamanda fevkalade bir ilüzyonistti; daha önce kimsenin görmediği numaraları başarıyla yapıyordu. Bu yeteneklerini kullanarak kısa süre içinde İslam’a yeni geçmiş kabilesi içinde önemli bir taraftar kitlesi edindi.

Müseylime’nin zaman içinde kabilesi içinde nüfuzu arttı. kendine güveni nüfuzundan daha da hızlı arttı. herhalde kendisini denk olarak görmeye başladı ki, Muhammed’e bir mektup yazdı. mektup “Allah’ın elçisi Müseylime’den Allah’ın elçisi Muhammed’e” diye başlıyordu. mektubun devamında Müseylime peygamberliğinden bahsediyor, İslam peygamberine dünyayı aralarında paylaşmayı öneriyordu! Muhammed’in cevabı olumsuz ve çok sert oldu; yanıt şöyle başlıyordu: “Allah’ın resulü Muhammed’den Büyük Yalancı Müseylime’ye”.

bu olayların akabinde, doğal olarak, Müslümanlar ve Müseylime arasında ilişkiler sıcak olmadı. ancak Müseylime geri adım atmadı; bu dönemde müslümanların Arabistan'daki kabilelerin isyanlarıyla uğraşmaları da çekinmezliğini arttırıyordu.

Müseylime, Peygamber'in ölümünden sonra kendisini yanlıştan dönmeye davet eden Ebu Bekir’in elçisini öldürtmek suretiyle halifeliğe savaş ilan etti. kendisi için en büyük talihsizlik tarihin en önemli komutanlarından Halid bin Velid’in komuta ettiği bir orduya karşı savaşmasıdır. savaş sonunda Müseylime ölmüş, kuvvetleri yenilmiştir. peygamberin amcasını katleden, sonradan müslümanlığı seçen Vahşi ibn Harb tarafından peygamberin amcası Hamza’yı öldürdüğü kargının ta kendisiyle öldürülmüştür. Ancak Arabistan’ın en güçlü kabilelerinden birisiyle yapılan bu savaş halifelik için de bir kan kaybıyla sonuçlanmıştır: hayattayken Peygamberin çevresinde bulunmuş ve Kuran’ı hatmetmişlerden o denli çok kişi şehit düşmüştür ki, Ömer, Ebu Bekir’e o güne kadar sadece insanların ezberlerinde saklanan Kur’an’ın yazılı hale getirilmesini önermiştir.

peygamberliğini ilan ettikten sonra elinden geldiğince Muhammedi takip etmeye çalışan Müseylime çeşitli sureler de tebliğ etmiştir. yalancı peygamberin uydurduğu surelere Müslüman tarihçiler örnek vermişlerdir:
Fil nedir? Filin ne olduğunu size kim anlatacak? İp gibi bir kuyruğu ve uzun bir gövdesi vardır. Bu Rabbimizin yarattıkları içinde pek az önemlilerdendir.
Kurbağa! Ne kadar kutlusun! Ne su içeni engellersin, ne de suyu pisletirsin. Dünyanın yarısı bize aittir, yarısı da Kureyşlilere. Ancak Kureyşliler zalimdirler!

5 Ekim 2008 Pazar

Kral Sebastian'ın "Haçlı Seferi": "Tedbire, sağduyuya, taktiğe gerek yok, bana güvenin"

Don Sebastian, 1568 yılında, 14 yaşındayken Portekiz tahtına çıktı. Çocukluğundan itibaren aldığı Hıristiyanlık ve şövalyelik eğitimi, onu hem adanmış bir Hıristiyan, hem iyi bir savaşçı haline getirmişti. mükemmel bir binici, avcı, kılıç ustası ve boğa güreşçisiydi. fiziki gücüne meydan okunamıyordu; söylenenlere göre korkusuzluğunu da gücünden alıyordu. ancak bilen biliyordu ki, korkusuzluğunun tek nedeni kuvveti değildi, ailesinde delilik emareleri görülmüştü. Sebastian'ın taşıdığı bu kalıtsal miras, aldığı koyu Hıristiyanlık eğitimi, İber yarımadası'nın müslümanlardan geri alınmasının hafızasındaki taze anıları, Portekiz'in Kuzey Afrikalı müslümanlar ve Osmanlılarla olan güç mücadelesi, zaman içinde kendisini dengesizleştirerek dini fanatikliğe sürükledi. artık bir Haçlı Seferi düzenlemek ve müslüman "dinsizler"e karşı bahadırca savaşmak hayatının amacı olmuştu.

16. yüzyılda Portekiz büyük bir ticaret imparatorluğu haline gelmişti. Hint Okyanusu, Güneydoğu Asya, Brezilya, Japonya arasındaki ticaretten büyük gelir elde ediyordu. Nüfusu azdı, askeri kuvveti pek güçlü değildi; ama yine de Kuzey Afrika'da birkaç kıyı kenti kolayca ele geçirilebilmişti. Fakat hayalperest Sebastian böyle bir ticaret imparatorluğuyla yetinemezdi; mutlaka Kuzey Afrika'yı tamamen ele geçirmeliydi. Kaderin cilvesine bakın ki aynı zamanda Osmanlılarla güç birliği içinde olan Fas Sultanı Abdülmelik, yeğeni Ebu Abdullah Muhammed II Saadi ile taht mücadelesi veriyordu. Emire karşı yandaşsız kalan yeğeni son çare olarak Portekiz'e gelerek Sebastian'dan kendisini mücadelesinde desteklemesini isteyince, kralın istediği fırsat da ayağına gelmiş oldu.

Sebastian bir servet harcayarak güçlü bir donanma ve Portekizlilerin yanısıra İspanyol, Alman, İtalyan ve İngiliz paralı askerlerinden oluşan hatrı sayılır bir ordu kurdu. Portekiz aristokrasisinin neredeyse tamamı da bu sefere katılmaya gönüllüydü. Sultan'ın asi yeğeni Ebu Abdullah Muhammed II Saadi, altı bin kişilik bir orduyla onyedi bin askerden oluşan Portekiz ordusunu takviye etti.

Hayalperest kral, birlikte savaş deneyimi bulunmayan birliklerden oluşan ordusunun eğitimi için zaman tanımayarak birliklerin toplanmasından hemen sonra, 1578 yazında donanmasına Fas’a yelken açtırdı. Portekiz asilleri savaştan çok kır gezisine çıkmış gibiydiler, yanlarında altın ile gümüşten, ipek ve satenden her türlü lükslerini almışlardı. dokuz bin kişilik bir hizmetli ordusu bu ağırlıkları taşıyordu. kral orduyu bir komutan ciddiyetinde yönetmekte de zafiyet gösteriyordu. disiplinsizlik had safhadaydı. farklı gruplar arası kavgalar eksik olmuyordu. kral bu arada karşısında kırk – elli bin askerden oluşan bir ordu olduğuna dair istihbaratlara inanmayı red ediyor, Fas sultanının mütareke tekliflerini de geri çeviriyordu.

herhalde rüyasını kurduğu tayin edici savaşa hasrete dayanmakta zorlanan Sebastian'ın çılgınlığı gittikçe gözle görülür hale geliyordu. bir seferinde ordugaha akın yapıp geri çekilen ikibin beşyüz Müslüman akıncıyı yanında yalnız bir adamıyla takibe kalkışması herkesin yüreğini ağzına getirdi. kralın beceriksizliği o kadar aşikar, askerlerde moraller öylesine bozuktu ki, ispanyol elçisi İspanya Kralına yolladığı mektuplarda kesin bir felakete uğrayacaklarından bahsediyordu.

Gerçekten de felaket için tüm şartlar uygundu. Sebastian yaz sıcağı altında, devasa ağırlıklar ve hizmetlilerin yavaşlattığı, düşmanın yaklaşık yarısı kadar askerden oluşan, farklı birlikler arasında husumetin ve güvensizliğin söz konusu olduğu, disiplinsiz ve eğitimsiz ordusuyla donanmasından ve kıyıdan ayrılarak Fas’ın içlerine girip Kasr El-Kebir’e ilerledi.

Bu arada Sultan Abdülmalik savaşa iyi hazırlanmıştı. Vaktinde Osmanlı donanmasında görev yapmıştı. Karşı karşıya kaldığı Portekiz tehdidine karşı cihad ilan ederek birliği sağlamış, Osmanlıların savaş yöntemleriyle ordusunu hızla eğitmiş, askerlerini ateşli silahlarla ve bombalarla donatmıştı.

Kasr el-kebir’de iki ordu karşılaştı. Geniş bir hatla dizilen on bin Fas süvarisinin amacı düşmanı çevrelemekti. Sultan ordusunun merkezine Hıristiyanlara karşı nefretlerini koruyan Endülüs göçmenlerini konuşlandırmıştı. Savaşın daha başlarında Portekiz ordusunun merkezini yöneten İngiliz subay öldürüldü. Sultan'ın süvarisi de başarıyla Portekiz ordusunu çembere aldı. Sebastian ordusunu komuta etmek yerine cesaretini herkese göstermek üzere yerine terk ederek Müslüman kuvvetlerinin içine daldı. Portekiz ordusu dört saat içinde tamamen darmadağın oldu. 100 kişi kaçarak kurtulabildi; onbinler öldü, kalanlar ise esir alındı.

savaşın tarihte pek görülmedik bir sonucu savaşan her üç kralın da yaşamını yitirmesiydi. Sultan muhtemelen zehirlenmişti ve savaş nihayete ermeden kalbine yenik düştü, ama bir kahraman olarak hatırlanıyor. asi yeğeni muharebede öldürüldü. müslüman askerlerin arasına dalan Sebastian'ın ölüsü de dirisi de bulunmadı.

Sebastian'ın hesapsız kitapsız macerasının faturası hesaba kitaba gelecek gibi değildi. birincisi kendi canını kaybetti. ikincisi Portekiz İmparatorluğu bağımsızlığını kaybettiği utanç verici bir dönem geçirdi. Kral ölmüştü, bekardı ve çocuğu yoktu. aristokrasisinin de neredeyse tamamı savaşta yaşamını yitirmişti. dolayısıyla güçlü bir hükümdarın ülkeyi derleyip toparlaması mümkün değildi. ortaya çıkan kaostan İspanya yararlandı: kuzeni olan İspanya Kralı Philip 1580’de Portekiz'i ele geçirdi. Portekiz ancak 1640 yılında İspanya'dan bağımsızlığını geri alabildi. ordularının mahvı ve Sebastian'ın ölümü Portekizlilerde büyük bir travmaya neden oldu. travma o denli büyüktü ki, Sebastian'ın aslında ölmediğine ve gelecekte dönerek ülkesini büyük felaketlerden kurtaracağına inanan bir tarikat, "Sebastianizm" doğdu.

29 Ağustos 2008 Cuma

Sezar ve Bahtsız Korsanlar: "Bizi takip edip çarmıha gerecekmiş, şaka yapıyor olsa gerek!"

Sezar, herhalde tarihteki en bilinir ve en çok etki yaratmış kişilerden birisidir. Hatta Roma İmparatorluğu denince akla gladyatörler, arenalarla birlikte ilk o gelir. Aylardan Temmuz'a, Almanlardaki Kayzer ve Ruslardaki Çar gibi hükümranlık payelerine adını vermiş, sayısız tarih kitabına ve edebiyat eserine konu olmuştur.

Roma'da diktatörlüğüyle Cumhuriyet dönemini kapatan, hem askeri alanda, hem de politik alanda olağan dışı bir kabiliyete sahip olan Sezar'ın da ünlü bir intikam hikayesi vardır.

Julius, gençliğinde bir avukat olarak çalıştı. Bu dönemde sıradışı zekası ve hitabet yeteneğinin yardımıyla ünlenerek büyük başarı kazandı. Fakat gözü en tepede olduğundan, kendini daha da fazla geliştirmek istiyordu. MÖ 75 yılında, 25 yaşında Rodos'a hitabet yeteneğini daha da geliştirmek üzere bir gemiyle yola çıktı. Ancak yolculuğunu tamamlayamadan deniz korsanları tarafından kaçırıldı. Korsanlar ne kadar pişman olacaklarından habersiz olarak, mütevazi bir fidye karşılığında Sezar'ı serbest bırakmayı düşünüyorlardı. Sezar, tüm kibiriyle, korsanların 20 talent fidye isteyeceklerini öğrendiğinde bir kahkaha patlatarak korsanlara kimi kaçırdıklarını bilmediklerini, kendisinin en az 50 talent edeceğini, bundan aşağı bir fidye istememelerini söyledi! Korsanlar herhalde Sezar'ı haklı bulmuş olacaklar ki 50 talent fidye istediler. Bunun akabinde Sezar, kendisiyle yakalanmış olan hizmetlilerine çeşitli kentlerden para toplayarak istenen rakamı denkleştirmeleri buyruğunu verdi.

Esir tutulduğu dönemde Sezar ve korsanlar arasında ilişkin beklenmedik bir yönde gelişti. Sezar hitabet ve espri yeteneğiyle korsanları büyüledi; yazdığı şiirleri okudu, onlara nutuklar attı, kimi zamanlar cahil barbarlar diyerek aşağıladı. Canı istediğinde oyunlarına ve eğlencelerine katıldı. Sanki bir esir değil, korumaları arasındaki bir zengin gibi davranıyordu. Özellikle yaptığı akıl dolu espriler korsanları kendisine hayran bırakmıştı. Bir ara kendisini serbest bıraktıkları zaman geri geleceğini, onları yakalayacağını ve çarmıha gereceğini söyledi. Anlattığı hikayeler içinde belki de korsanlar en çok buna güldüler.

Günler geçti, adamları gereken parayı topladılar ve sonunda Sezar'ın 38 gün süren esaret hayatı bitti. Özgürlüğüne kavuştuktan sonra büyük bir hızla Milet'e giden Sezar burada bir kaç gemi satın aldı ve adam toplayarak korsanların kendisini rehin tuttuğu yere yelken açtı. Geçen süre içinde ganimet sarhoşu korsanlar istiflerini bozmamışlar ve yerlerinden ayrılmamışlardı. Sezar baskın yaparak gafil korsanları verdiği fidyeyle birlikte ele geçirdi ve yargılanmalarını sağlamak için bir Roma şehri olan Pergamon'a getirdi. Şehrin valisi Junius bunu kendi zenginliğini arttıracak bir fırsat olarak gördü; fidyeden birşeyler koparabilmek için Sezar'a baskı yapmak istedi ve yargılamayı geciktirdi. Fakat belli ki genç Sezar'ı o da tanımıyordu: Sezar korsanları bulundukları hapishaneden çıkarttı ve çarmıha gerdi. Tıpkı esirken söylediği gibi. Fakat korsanları çarmıha germeden boğazlarını kestirerek daha merhametli bir ölüm lütfetti; ne de olsa korsanlar ona iyi davranmışlardı.

15 Mart 2008 Cumartesi

AZMİN VE HIRSIN İKİ ÖYKÜSÜ

1. Çi - Çi 'nin kaderi

Kader üzerine düşünmeyen var mıdır? Bazen birisiyle tanışırız ve yaşamımızın akışı değişir. O kişiyle neden tanıştığımız hatta bu tanışmanın zamanlaması hep bir soru işareti olarak kalır. Öyle şeyler başımızdan geçer ki raslantıların belirleyiciliğine inanmaktan kendimizi alı koyamayız. İşte böyle durumlarda gel de herkesin kaderini kendisinin belirlediğine inan.

Rastlantılar iyi şekilde sonuçlandığında sorun yoktur hatta bu durumları hep iyi anılarla hatırlarız. Hızır'ın yetişmesi bile bu şekilde oluşturulmuş bir mittir. Peki durum olumsuz sonuçlanırsa? Yani rasltantıdan biz zararlı çıkarsak ne düşüneceğiz? Sanırım böyle anlarda şeytan'ın gelmişi ve geçmişi ile ilgili iyi dileklerimizi sunuyoruz. Karışık konular.....

Öykümüzün kahramanları:

a. Çi - Çi : İkiye bölünmüş ülkesinin bir parçasını yönetiyor ve Çinliler ve müttefikleri ile her fırsatta hesaplaşıyordu ( kendisine hakaret eden K'ang -Chü hükümdarını ve eşi prensesi ve bir kaç yüz K'ang -Chü soylusunu kılıçtan geçirmek -daha doğrusu kılıçla parça parça doğratarak nehre attırmıştır.-gibi başarılı işlerle uğraşıyordu.) . Ordusuyla ortalıkta dolaştıkça elde ettiği ganimetler arttı. Hem ganimetleri saklamak hem de diğer lojistik koşullar nedeniyle bir üs gereksinimi duydu. İşte bu anda bir kale inşa etmeye karar verdi. Bu kale nerdeydi biliyor musunuz? İlkokuldan üniversiteye kadar tüm tarih derslerinden anımsayacağınız Talas'ta. Hani şu Çinlilerle araplar kapışırken, Çinlilerle savaşmaktan başka hiç bir ortak noktamızın olmadığı ve sırf bu nedenle onlara destek olmaya karar verdiğimiz Talas Savaşı'nın geçtiği yer. Ancak yaklaşık 700 yıl öncesinde.

Bu kalenin özelliği Roma istihkamlarına uygun inşa edilmiş olması. Romalılar mı? Onlar da nereden çıktılar? Bu başlıbaşına ayrı bir öykü olmakla birlikte kısaca Parthların armağanı diyebiliriz. Ama evet bu kalenin yapımında ve biraz sonra anlatacağımız gibi Çinlilerle yapılan savaşta Romalılar görev almış( yüz kadar piyade ).

İşler yolunda gibi gözüküyordu. Ancak aynı zamanlarda, yakınlarında, daha önce hiç tanışmadığı hatta kişisel hiç bir husumetinin olmadığı birisi vardı ki işte Çi-Çi'nin kaderini bu adamın hırsı belirleyecekti.

b. C'hen T'ang : Çinli bir memur. Yetenekli ve iyi eğitimli olduğu söyleniyor. Ama suç işlediği için hapse atılıyor. O dönemdeki yasalar gereği batı sınırlarındaki bir göreve talip olması ile hapis cezası zorlu bir görevle değiştiriliyor. Böylece C'hen T'ang öykünün geçtiği bölgeye gelir. İşte böylece belki de bir anlamda tarihin akışını değiştirecek olaylar gelişmeye başlar.

C'hen T'ang hapisten kurtulmuştur ve merkezden uzak Batı'ya gelşmiştir gelmesine de aklı hep Başkenttedir. Ne pahasına olursa olsun merkeze kendini sevdirmeyi ve tekrar önemli bir göreve atanmayı kafasına koymuştur. Kabak da tahmin edeceğiniz gibi zavallı (?) Çi-Çi'nin başına patlayacaktır. Çünkü zaten mahrumiyet bölgesi olan bu coğrafyada Çi-Çi gibi bir baş belasını ortadan kaldırabilirse merkezin ilgisini çekebileceğini düşünür.

Sadece düşünmekle de kalmaz tabi ki. Bölge valisi bu macera arayan adama alet olmamaya çalıştı. Sefer düzenlemesine izin vermedi. Ancak gel gör ki onun hasta olduğu bir anda sahte bir emirle orduyu toplayarak sefere çıktı C'hen T'ang. Ne hırsmış arkadaş!

Aslında sefer çok iyi başlamamış. Önce ağırlıklarını K'ang Chü'lere kaptıran C'hen yılmayarak peşlerine düşmüş ve yeniden ganimetini almayı başarmış. Nihayetinde Çi-Çi'nin kalesinin önüne gelip pozisyonunu almış. Kaleyi savunan balık sırtı biçiminde dizilmiş garip askerlerden söz ediyor kaynaklar. Tanmin edeceğiniz gibi bunlar bizim Romalı lejyonerler. Çinliler, kısa kılıç ve kargılı bu askerlerle bayağı eğlenmişler. Öyle ya, yakın savaş için dizilen ve alet edavatı bu tip savaşa uygun askerlerin karşısında yüz yüze savaştan çok oklarla birbirini yoklayan ve düşmanın zayıf noktalarını belirledikten sonra saldırıya geçen savaşçılar birbirlerini anlamamışlardır. Hatta kendini savunmaya çalışan bu garip askerlere ok atarak epeyce eğlenmiş Çinliler. Ok atışı başladığında ok sağanağı o kadar artmış ki hiç kimse doğru düzgün direnemediği gibi Çi-Çi bile burnundan yaralanıp dinlenmek üzere sarayına çekilmek zorunda kalmış.

Karşı ok saldırısı Çinli ok atma makinelerinin Hunlu okçuların ok atış menzilinin dışında olması nedeniyle başarısız olmuş. Kale savunması için yere dikilen kazıkların Çinliler tarafından yakılarak geçilmesi üzerine savunma düşmüş. Sonuçta C'hen T'ang Çi-Çi'nin kellesini kestirmiş ve merkeze göndermiş. Değerli bir hediye verdiği için ödüllendirilmiş. Emeline ermiş anlayacağınız.

2. Zhang Qian'ın azmi

Çin imparatorlarının en ilginçlerinden birisi Wu-Ti'dir. Bir yanda hiç yılmadan düzenli ordular kurup özellikle Hiong -Nu'lar ve diğer barbarlara karşı seferler düzenlemiş ( bence hepsinde de başarısız olmuştur ancak bu ayrı bir konu ) diğer yanda da sıkı diplomatik ilişkiler kurmaya özen göstermiştir. Özellikle de düşmanlarının düşmanlarıyla. Bu politikanın bir sonucu olarak barbarlarla iyi geçinemeyen kavimlere onları müttefik olarak kazanmak amacıyla elçiler gönderilmiştir. İşte Zhang Qian bu elçilerden biridir ve bana sorarsanız onun başına gelen pişmiş tavuğun başına gelmemiştir.

Yüeçilere iyi niyet ziyareti için yola çıkan Qian Hiong -Nu'ların bir kolunun eline esir düşer ve kendini kurtarması tam 10 yılını alır. Aman tanrım! Bir çeşit görev riski...Peki kurtulunca ne yapmış dersiniz ? Normal insanlar her halde geri dönerdi ama Qian devam etmiş, görev emrini almış bir kere.

Sonunda Fergana'ya varır. Yüeçilerin hükümdarı tarafından kabul edilir. İmparatorunun planlarını anlatır. Kendilerine barbarlara karşı yardımcı olabileceklerini falan anlatır. Ama yüeçiler "şu anda keyfimiz yerinde" diyerek Qian'ın anlattıklarına itibar etmezler. Qian da büyük hayal kırıklığı ile ( kısacası kös kös ) geri dönmeye başlar. Ama tahmin edin bakalım yolda ne olur?

Hiong - Nu'ların eline düşer yeniden. Adamda şans diye bir şey yok herhalde. Neyse bu sefer esareti sadece bir yıl sürer. Bir yıl sonra ellerinden kurtulur ve eve dönmesi de iki yılını alır. Görev tamamlanmıştır. 13 yıl sürse de...

Nasıl bir görev azmi ama? Zhang Qian'dan bizde 10 tane olsa her halde aya bayrağımızı dikerdik....

İşte bu kişi Çin'in batı sınırlarını tamamıyle gezdiği ve hatta orada yaşayan insanlarla uzun bir süre beraber olduğu için Çin'in batı politikasını belirleyen kişi olarak tarihe geçecektir. Hatta kimilerine göre bugün İpek Yolu olarak bildiğimiz ticaret yolunun da kaşifidir.

10 Şubat 2008 Pazar

İsfahanlıların Timur’un Askerlerini Katletmeleri: “Emir Şehrin Dışında Bütün Ordusuyla Kamp Kurmuş Olsa da Şehirdeki Askerlerini Öldürelim"

Timur politik ağırlığı pek olmayan Barlas boyunun başındaki Teregey’in oğluydu. Babasının Sufi bir hayatı tercih ederek inzivaya çekilmesi hırslı Timur'un güç kazanmasının önünde görünürde ilave bir dezavantajdı. Ancak askeri yeteneği, kuvvetli karakteri, cesareti, zekasıyla "İran ve Turan"ın efendisi oldu. Seferler düzenleyerek kurduğu devletin sınırlarını dört yönde genişletti. Bu seferlerden birisi batıdaki İran üzerineydi.

İran seferinde 1387 yılında İsfahan kenti direnmeden teslim oldu: Şehrin büyüklerinin emirin huzuruna gelerek aman dilemesi üzerine Timur, şehri bağışladı ve yağmalatmadı. Ancak bunun karşılığında şehir ahalisinin tazminat vermesini talep etti. Daha sonra kentin kalesine bir yönetici tayin etti, tahsilat için memurları ve bir miktar askeri şehre gönderdi.

Bir gece vakti bir demircinin eğlenmek için çaldığı davul bir kısım kentliyi biraraya topladı. Toplananlar olanlardan dolayı birbirlerine yakındılar. Bir süre sonra yakınmalar cinnete dönüştü. İsfahanlılar şeytana uyup isyan ederek kentteki askerlerin ve memurların tamamını öldürdüler. İş işten geçtikten sonra başlarına gelecek gazabı fark ederek şehrin kapılarını kapayıp geleceği kesin felaketi beklediler.

Timur sabah kara haberi alınca birliklerine bütün şehir ahalisinin katledilmesini emretti. Söylenenlere göre her askerinin en az bir kesilmiş kafa getirmesini şart koşmuş, bu emre uymayanların kafalarının uçurulacağını ferman buyurmuştu.

Hem intikam duygusu, hem de ferman nedeniyle Emir’in ordusu İsfahan’da büyük bir kıyıma başladı. Öldürülenlerin sayısının 70.000 üzerinde olduğu söylenir. Emir, ibret-i alem için öldürülenlerin kafalarından kuleler diktirdi. Kimileri öldürecek İranlı bulamayan askerlerin daha “şanslı” olan diğerlerinden kafa satın almak zorunda kaldığını yazmışlardır.

Emir’den bütün kalbiyle nefret eden İbn Arapşah bu olayı şöyle anlatır:

“Şafak söktüğünde bu uğursuz olayı duyan Timur’un kulağına şeytan üfledi ve Timur hemen öfkeyle yerinden kalkarak zulmüne kılıf aramaya koyuldu. Çılgınca, saldırganca ve aslan gibi kükreyerek şehre yöneldi, oraya varır varmaz da yıkım başladı ve askerlerine ‘kanların dökülmesini, haremlerin kirletilmesini, ruhların çekip çıkarılmasını, işkence edilmesini, malların gasp edilmesini, binaların yıkılıp kabirlerin tahrip edilmesini, ekinlerin yakılıp hayvanların öldürülmesini, çocukların dağıtılıp namusların kirletilmesini, rahmet defterinin dürülmesini ve intikam alınmasını; âlime ilminden, edepliye faziletinden, şerefliye nesebinden ve hasebinden dolayı hürmet edilmemesini; yaşlıya yaşından, küçüğe küçüklüğünden, garibe garipliğinden, Müslümana Müslümanlığından, zımmîye zımmîliğinden, zayıfa zayıflığından, cahile sefaletinden ve hafifliğinden dolayı acınmamasını, kısacası şehirde kimsenin bırakılmamasını’ emretti ve bu emri aynen yerine getirilmeye başlandığında şehir halkı kendilerini bundan hiçbir bedelin veya şefaatin kurtaramayacağını ve sabretmekten başka çareleri olmadığını anladılar. O gün şehirde öldürülenlerin sayısı Yunus Aleyhisselam’ın ümmetinin 6 katı kadardı”

9 Şubat 2008 Cumartesi

Tiflislilerin Hazar Kağanı’na Hakaretleri: “Dünyanın En Güçlü Ordusunu Geçici Olarak Durdurabildik; Hadi Şimdi Onları Aşağılayalım!”

Yedinci yüzyılda dünyada birbirine komşu üç büyük güç vardı: Bizanslılar, Sasaniler ve Türkler. Türkler altıncı yüzyılda büyük bir devlet kurmuşlardı; bir çok göçebe ve yerleşik kabileye hükmediyorlardı. Bunlar içinde Hazarlar en batıdakilerdi. Türklerin kutsal ailesi Aşina, Hazarlara da kağan veriyordu.

7. yüzyılın başlarında Hazarlar Karadeniz ve Hazar Denizi’nin kuzeyindeki topraklarda yerleşiktiler. Bizans’ın sınırları Balkanlar, Anadolu, Kuzey Afrika ve Mezopotamya’dan geçiyordu. İran ise Kafkasların güneyinde, Afganistan’da hakimdi. İran ve Bizans arasında uzun yıllardır devam eden bir savaş vardı. Karşılıklı zaferler ile üstünlük bu iki imparatorluk arasında gidip geliyordu. Her iki imparatorluk da diğerine darbe vurabilmek için diğer devletlerden de yararlanmaya çalışıyorlardı.

626 yılında İranlılar Avarlarla anlaştılar. Avarlar yerli kavimleri itaat altına alarak Balkanlara yerleşmiş, Türk ya da akraba kökenli diğer bir savaşçı kabileydi. Anlaşma gereğince Avarlar güneye inerek aynı yılda İstanbul’u kuşattılar. Kuşatmada Avarlara yardıma gelen İranlıları Bizanslılar denizde durdurarak mutlak bir felaketten kurtuldular. Kuzeyde Avarlar ve doğuda İranlılara karşı yalnız kalan Bizans İmparatoru Heraklius, İranlılara karşı Türkler ve Hazarlar ile anlaştı.

Heraklius’un daveti üzerine “Kuzeyin kralı” yani Hazar Kağanı Ziebel ordusuyla güneye, İran’a doğru hareket etti. İranlılar Hazar ordusunu doğal bir engel olan Kafkas Dağları’nda durdurmayı planlamışlar ve Kafkas Dağlarından aşağıya inilebilen tek geçit olan Derbend geçidini tahkim etmişlerdi. Ancak “çekik gözlü, kadınlar gibi uzun ve örülü saçlı, kan içici” Türkler Derbend’i büyük bir hızla geçerek Kafkaslara indiler ve İranlılara verdikleri destek yüzünden Kafkas illerini yağmalayarak cezalandırdılar.

Aynı zamanda Bizans imparatoru Heraklius düşmanının hesaplamadığı bir hamleyle gemileriyle Karadeniz’e açıldı, ordularını batıda geniş bir satha yaymış olan İran Şahı Hüsrev'in arkasına dolanmış oldu. İmparator güçlü bir ordunun başında Kafkaslara geldi ve Hazar kağanı Ziebel ile güçlerini Tiflis’in önünde birleştirdi. Bu buluşmada Heraklius Hazar soylularına verdiği cömert hediyelerin yanısıra Hazar kağanını kızıyla evlendirmeye söz vererek, Kağan’dan 40 bin savaşçısıyla yardım sözü aldı.

Tiflis, İranlıların bir garnizonuydu ve şehirde yerel halkın yanısıra İranlı kuvvetler bulunuyordu. Kent teslim olmayınca iki ordu kuşatmaya başladılar. İki ay sonunda kuşatma şehir ahalisinin büyük çabaları ve fedakarlıkları sonucunda sonuçsuz kaldı. Zaman ve asker kaybettiği için endişelenen Bizans imparatoru Hazar Kağanı’na kuşatmanın sonuç vermediğini, kendisinin güneye ineceğini, oradaki yaz sıcaklarına Türklerin fazla dayanamadıklarını bildiğini söyleyerek sıcaklar bitince geri gelmesini istedi. Böylelikle kuşatma kaldırıldı ve Hazarlar evlerine dönme hazırlıkları yapmaya başladılar.

Kuşatmanın kalkmasıyla Tiflisliler ölümcül bir günah işlediler! Kazandıkları zafer nedeniyle kendilerini kaybeden şehrin sakinleri iri bir bal kabağını oyarak Hazar Kağanı’nın kuklasını yaptılar. Kuklada Hazar Kağanı’nın çekik gözleri, uzun saçları, geniş burnu, seyrek bıyıklarıyla dalga geçtiler. Oydukları bal kabağını surlardan sarkıttılar ve Hazar savaşçılarına gelip kağanları önünde diz çökmelerini söyleyerek sataştılar. En sonunda bal kabağını mızraklarıyla delik deşik ettiler. Benzer aşağılamaları Bizans İmparatoru için de yaptılar. Heraklius ve Ziebel aşağılanmalarının intikamını alacaklarına dair yemin ederek Tiflis’ten ayrıldılar.

Heraklius ordusuyla güneye indi. Dicle Irmağı kıyısında Nineveh’te İranlıların ordusu ile karşı karşıya geldi. Muharebede Romalılar İranlıları ezdiler. Yıllardır süren savaşların yarattığı memnuniyetsizlik ve despotluğunun getirdiği Bu sonucun tetiklemesiyle Şah Hüsrev bir darbe ile tahttan indirildi ve öldürüldü. Hüsrev’den sonra İran bir fetret devrine girdi.

Havaların soğumasıyla uğradığı hakareti unutmamış olan Kağan harekete geçti. Kuzeyden gelen Hazar ordusu Tiflis’i yeniden kuşattı. Savunmaları tamamen dağılmış olan İranlılardan yardım alamayan şehir 2 ay süren kuşatma sonunda düştü. Kağan şehrin bütün ahalisinin yok edilmesini emretti. Tüm ahali öldürüldükten sonra şehirde canlı iki kişi yakalandı. Birisi İranlı vali, diğeri ise yerli Gürcülerdendi. Bunlar kağanın önüne getirildi. Kağan intikamını tamamladı: Her iki adamın önce gözleri oyuldu, sonra boğuldular, boşaltılan içlerine saman dolduruldu ve birer kukla gibi surlardan aşağıya iple asıldılar.


27 Ocak 2008 Pazar

popüler tarih çalışmaları

İnsanoğlunun düşünce gücü karşısında şapka çıkarmamak elde mi? Sorunlar karşısında kendisini gösteren en önemli yetkinliğimiz de bu değil midir? Kimi insan karşılaştığı soruna öyle bir çözüm bulur ki yüzyıllar geçer ve yine de kendisinden söz edilir. Sorunun kendisinden daha büyük bir pencereden bakabilmek bize müthiş çözümler sunuyor. Ama bunu kaçımız başarabiliyor? Bunu yapabildiğiniz takdirde zamanınızın ötesinde de sizden söz ediliyor.

Lafı uzatmayayım. İşte size tarihin derinliklerinden özenle seçilmiş ve yaratıcı, sorun çözücü olmaları bakımından zamanlarının ötesinde olmayı hakeden iki olay.

1. Syracusa'lı Agathokles:

M.Ö. 310-305 yıllarında geçer öykümüz. Kartacalılar o dönemde Akdeniz'in en önemli güçlerindendir. Ticarete önem veren üstün bir kültür ve medeniyet kurmuşlardır. Bütün Akdeniz coğrafyasına dağılmış üsleri bulunmaktadır. Sorunları savaştan çok diplomasi ile çözmeyi meziyet bilirler. Ama savaş gerekirse kaçmazlardı. Hatta geniş toprakları olmadığı ve kaynaklarının tahrip olmasını istemedikleri için karşılaşmayı hep düşmanlarının topraklarında kabul ederlerdi. Kısacası Kartacalılar saldırırdı. Bütün komşularından bir şeyler öğrenmişlerdir. Orduları gerek doğu komşuları Perslerden savaş taktikleri öğrenmiş gerekse de Yunanlı Hoplitler gibi falanks düzeninde savaşabilmekteydi.

İşte bu güçlü Kartaca'nın müttefikiydi Agathokles. Ancak zamanla Kartacalıların rakipleri Yunanlılar ve Roma ile ittifaklar kurdu. Sen misin beni terkeden? Kartaca'nın yanıtı gecikmedi, sonuçta ortalığı rakiplerine bırakacak değillerdi. Topladılar donanmayı, orduyu Syracusa'ya dayandılar. Kuşatma altındaki Agathokles çok sıkıntı çekti. Belki teslim olmayı bile düşünmüştür. Ama "pes" demedi. Tam tersine bence kendisini tarihe geçirecek bir planı uygulamaya koydu: Donanmasını ve ordusunu toplayıp Kartaca'yı kuşatmaya gitti. Diodoros'a inanacak olursak 60 gemi ve 14.000 askeri ile Kartacalılara hissetirmeden Afrika'ya geçti. Bu durumu öğrendiklerinde Kartacalıları özellikle de komutanlıların yüzünü görmek isterdim (düşünsenize savaşmak için bir ülkeye gelmişsiniz adamlar ortalığı küçük bir savunma grubu ile size bırakıp sizin ülkenizi fethe gidiyor. Ne kadar ilginç -hatta gülünç- bir çapraşık durum.) Ancak anakarada bulunanlar dehşete düştü ve hemen bir ordu hazırlamaya koyuldular. Şans Agathokles'ten yanaydı, üzerine gönderilen orduyu hezimete uğrattı. Ortalığı yağmalamaya girişti. Başarılı fetihlerde bulundu. Ancak Syracusa'da durumun ciddileşmesi üzerine bir kısım birliği ile yurduna döndü. Ama şansı da dönmüştü. Kartacalılara yenildi.

Agathokles bu müthiş cesaretiyle daha sonraki dönemlerde Roma'ya Kartaca'nın işini nasıl bitireceğini gösterdiği gibi kendine zamanının çok ötesinde de yer bulmayı hakediyor.

2. Herakleios

Herakleıos Bizans krallarının en bahtsızlarından biri olmaya adaydır. Kolay değil bir tarafta Avarlarla sürekli ittifaklar yapmaya çalış hatta onlara ciddi bir miktarlarda düzenli haraç ver,

öte yanda Pers günlerine dönmeyi düşleyen Sasanilerin önce tacizlerine sonra doğrudan işgalleri ile uğraş. Bunların yanında Avarlara yaranmak için uç beyleri biçiminde faaliyet gösteren slavların tacizleri ya da Sasanilerle anlaşmaya çalışan gürcü ve ermenileri durdurmaya çalışmak, biraz daha ötede Avarları kendi alt boylerı saydıkları için onları yakalayıp kendisine teslim edilmesini isteyen Türklerle uğraşmak her halde kolay iş değildir.

Neyse biz konumuza dönelim. 600'lü yılların ilk çeyreğindeyiz. Sasaniler eski güzel günleri hatırlamakta acaba yeniden bir dünya gücü olamaz mıyız diye iç geçirmektedirler. Ülkelerine "aryan ülkesi" demeleri de zaten bu düşün uzantısındadır. Kendi dönemi geldiğinde II.Hüsrev vergileri arttırarak orduyu finanse etti. Güvendiği bir komutanı Horsan'ı- Şehrivaraz diye de çağırmaktadır- bütün ön asya'yı fethetmekle görevlendirdi. Kudüs'ün ardından Şam'ın fethedilmesi süreci hızlandırdı. Bu arada kendisi de boş durmuyor yeni kentler inşa ediyordu. Ordusu küçük asya'da at koşturmaya başlayınca Bizans durumdan fazlasıyla rahatsız oldu. Ama elinden de çok bir şey gelmedi. Çünkü olanca güçleri ile Avarların lideri Bayan'ı durdurmaya çalışıyorlardı. Tabi Bayan'ın Sasanilerce de desteklendiğini söylememize gerek yok. Açıkcası Bizans hem batıdan hem de doğudan sıkıştırılıyordu. Böyle bir dönemde başta olan Herakleios Sasanileri Anadolu'da karşılamak yerine ordusunu topladı ve -büyük olasılıkla Trabzon -üzerinden Hüsrev'in ülkesinin kalbine doğru yola koyuldu. Kalankatlı Moses'a göre " ülkesini ve şehirlerini alan ve onları itaatle koruyan İran birliklerine hücum etmiyor ve savaşa tahrik etmiyordu. İranlıları kendi ülkesinde bırakıp ordusuyla denizi geçti, yolunu Egerlerin topraklarına uğratarak Ermeniye'ye dahil oldu, Aras Nehri'ni geçti ve büyük Hüsrev Şahın üzerine ansızın hücum etmek istedi."

Sonunda Herakleios Hüsrev'i yendi ve geri çekilmeye zorladı. Hüsrev'in bir suikaste kurban gitmesi de süreci hızlandırdı. Sonuçta bu yıpranmalar Herakleios'a da yar olmadı. Kendini yeni bulan Arap imparatorluğu bu işten en karlı çıkan taraf oldu. Ama bu durum Herakleios'un parlak fikirliliğini değiştirmez.

İşte size kendisine sunulan olanaklarla yetinmeyen, kaderini değiştirmek için çabalayanların öyküsü.